Doç. Dr. Ahmet Dağ ile Söyleşi

Sayı:24 / DİJİTAL KÜLTÜR - Söyleşi

Ahmet Dağ

Zaman geçtikçe dünya hayatının oyun ve eğlence olduğunu daha açık idrak edebileceğimiz değişimlere şahit olmaktayız. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hakikat fikrimizin parçalanması, sinemanın kapılarını açtığı sanal yaşamda internetle hayal edilmesinin çok zor olduğu ortamların inşa edilmesi, bilişim teknolojilerindeki gelişmeler, 21. yüzyılın ilk çeyreği itibariyle insanlığı transhümanist ve posthümanist insan tasavvurlarının ve metaverse evreninin kıyına bırakmış durumda. Merkezinin batı olduğu bir anafor, bütün dünyayı kendinde toplamakta ve kendine benzetmektedir. Bir simülasyon düzeninde hakikat iddiaları kataloglanmakta ve imgeselleştirilmektedir. Dijitalleşme ve zaten hakikatinin ne olduğu konusunda yeterli bilgimizin varmış gibi görünmediği kültür, dijital bir kültür olarak deneyimin temel belirleyicisi olarak yükselmektedir.
Dijitalleşme ve dijital kültürü konu edindiğimiz bu sayıda iki önemli konuğumuzla karşınızdayız. Konunun epistemolojik, ontolojik ve aksiyolojik bağlamını konuşacağımız ilk konuğumuz, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Felsefe Tarihi Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Ahmet Dağ. Özellikle transhümanizm, posthümanizm ve metaverse konularında öne çıkan çalışmalarıyla tanınan Doç. Dr. Dağ’ın, İnsansız Dünya: Transhümanizm, Ölümcül Şiddet: Baudrillard'ın Düşüncesi, Transhümanizm: İnsanın ve Dünyanın Dönüşümü, Modernleşme Ekseninde Türk Düşüncesi eserleri başta olmak üzere, çok sayıda çalışması bulunmaktadır.
Konunun teknik bağlamını konuşacağımız ikinci konuğumuz, İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi Makine Mühendisliği Bölümü Mekanik Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Levent Aydın. Malzeme tasarım ve davranışları, kırılma mekaniği, uygulamalı matematik gibi konularda çalışmaları olan Doç. Dr. Aydın’ın, yapay zeka ve dijitalleşme konularında da çalışmaları bulunmaktadır. Sosyal bilimler alanındaki araştırmacıların ihtiyaç duyduğu teknik bilgilere yer verdiği, Yapay Zeka, Tekno-Doğa, Tekno-Kültür ve Biyo-Etik ve Dijital Çağ ve Robotik Teknoloji gibi çalışmaların yanı sıra çok sayıda çalışması, çeşitli kurumlarla işbirliği içerisinde gerçekleştirdiği projelerini zikretmeliyiz.

Zaman geçtikçe dünya hayatının oyun ve eğlence olduğunu daha açık idrak edebileceğimiz değişimlere şahit olmaktayız. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hakikat fikrimizin parçalanması, sinemanın kapılarını açtığı sanal yaşamda internetle hayal edilmesinin çok zor olduğu ortamların inşa edilmesi, bilişim teknolojilerindeki gelişmeler, 21. yüzyılın ilk çeyreği itibariyle insanlığı transhümanist ve posthümanist insan tasavvurlarının ve metaverse evreninin kıyına bırakmış durumda. Merkezinin batı olduğu bir anafor, bütün dünyayı kendinde toplamakta ve kendine benzetmektedir. Bir simülasyon düzeninde hakikat iddiaları kataloglanmakta ve imgeselleştirilmektedir. Dijitalleşme ve zaten hakikatinin ne olduğu konusunda yeterli bilgimizin varmış gibi görünmediği kültür, dijital bir kültür olarak deneyimin temel belirleyicisi olarak yükselmektedir.
Dijitalleşme ve dijital kültürü konu edindiğimiz bu sayıda iki önemli konuğumuzla karşınızdayız. Konunun epistemolojik, ontolojik ve aksiyolojik bağlamını konuşacağımız ilk konuğumuz, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Felsefe Tarihi Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Ahmet Dağ. Özellikle transhümanizm, posthümanizm ve metaverse konularında öne çıkan çalışmalarıyla tanınan Doç. Dr. Dağ’ın, İnsansız Dünya: Transhümanizm, Ölümcül Şiddet: Baudrillard'ın Düşüncesi, Transhümanizm: İnsanın ve Dünyanın Dönüşümü, Modernleşme Ekseninde Türk Düşüncesi eserleri başta olmak üzere, çok sayıda çalışması bulunmaktadır.
Konunun teknik bağlamını konuşacağımız ikinci konuğumuz, İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi Makine Mühendisliği Bölümü Mekanik Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Levent Aydın. Malzeme tasarım ve davranışları, kırılma mekaniği, uygulamalı matematik gibi konularda çalışmaları olan Doç. Dr. Aydın’ın, yapay zeka ve dijitalleşme konularında da çalışmaları bulunmaktadır. Sosyal bilimler alanındaki araştırmacıların ihtiyaç duyduğu teknik bilgilere yer verdiği, Yapay Zeka, Tekno-Doğa, Tekno-Kültür ve Biyo-Etik ve Dijital Çağ ve Robotik Teknoloji gibi çalışmaların yanı sıra çok sayıda çalışması, çeşitli kurumlarla işbirliği içerisinde gerçekleştirdiği projelerini zikretmeliyiz.
Süleyman GÜMÜŞ
 
 
 
Doç. Dr. Ahmet Dağ ile Söyleşi
“Müslüman’ın sanal üzerinden kendini var etme çabası bana çok doğru gelmiyor.”
 
-Sayın Hocam söyleşiye hoş geldiniz. Söyleşi konumuz, son zamanların önemli tartışma başlıklarından olan ve metaverse ile daha da hararetli bir hale gelen dijital kültür. Hocam, öncelikle dijital kelimesi üzerinde durmak istiyorum. Kelime anlamı nedir, kültür kelimesini dijital kelimesi ile nitelemek ne demektir?
.
-Terminoloji olarak Latince bir ifade, digitale kelimesinden günümüze gelmiş olan bir ifade ve sayısal, nicel, oransal olana karşılık geliyor. 17. Yüzyıldaki o niceliksel evren inşa etme çabası insan, hayat ve işte varlık, din, bunların birçoğunun ya tasfiye edilmesi gerektiği söylemi ya da ona dönüştürülmesi, yani niceliksel olana dönüştürülmesi çabasını içermiştir. Halbuki akıl ruhun bir parçasıydı klasik düşüncede, bu ruhun parçası olan akıl ruhun bir parçası değil de beynin bir işlevi olan zihne dönüştü. Nitekim Descartes, beyinde bir yer belirlemiştir ve düşünmenin, yani zihinsel faaliyetlerin orada meydana geldiğini söylemiştir. Bu yaklaşım 18. ve 19. Yüzyılda radikal bir biçimde arttı. 18. Yüzyılda özellikle Fransız ansiklopedistlerin ortaya koymuş olduğu yaklaşım dünya görüşünü vurgular. 19. Yüzyılda pozitivizmin ortaya çıkışı, var olanı nicelleştirme, nicel haline getirme sürecini hızlandırmıştır. Haliyle burada bilginin anlam kaybı yaşaması var ve enformasyona dönmesi söz konusu. Çünkü dijital olanla, yani dijitalizasyonla enformasyon arasında ciddi bir ilişki var. Yani burada bilginin malumata dönüşmesi dijital düzlemle meydana gelmiştir ve burada dijital kültür diye inşa edilen şey aslında hayatla, insanla çok ontolojik bağı olan bir şey değil. Yani ne gibi? Şununla kapatayım bahsi: Kültür ya da insanlığa ait olan birikim, ontolojik ve hayati olan unsurların örf, adet, gelenek gibi tüm insanlığın tecrübesiyle yoğrulmuştur. Oysa dijital kültür diye nitelendirdiğimiz şey birtakım yazıların, harflerin birlikteliği, görsellerin birlikteliği, sonsuz sayıda datanın, yani verinin işlendiği bir düzlem. Bu kadar görüntünün bu kadar verinin işlendiği düzlemde kültürü aramak, bulmak çok zor. O yüzden dijital kültür denilen düzlem aslında bir açmazın, bir paradoksun ifadesidir. Bunu ileriki konuşmalarda daha da açacağız zannedersem, böyle tanımlayayım hocam.
-Teşekkür ederim. O halde ikinci soruma geçmek istiyorum: Dijital kültürün batılı menşeinin olduğunu tahmin etmek zor değil ki siz de bunu tekrar ifade ettiniz. Fakat halihazırdaki durum nedir, başka toplumların da üretici bir şekilde bu sürece, dijitalleşmeye katıldığını söyleyebilir miyiz? Söyleyebilirsek diğer toplumlar hangi sebeplerle, hangi motivasyonlarla bu sürece katılmış durumdalar? Bu konuda neler söylemek istersiniz?
-Öncelikle malum Gutenberg galaksi diye bir şeyden bahsediliyor. Yani matbaanın insanlık hayatına girmesi ve matbaanın insanlık hayatına girmesiyle birlikte diğer toplumların bu galaksinin içerisinde varlığının hem fark edilmesi hem bu galaksiye dahil edilmesi söz konusu ve matbulaşma dediğimiz dönüşüm, yani kitap, dergi, gazete, bülten gibi unsurlar aslında 19. Yüzyıl pratikleri üzerinde bunu sağlamıştı.
Mesela, 19. Yüzyıl son dönem özellikle Osmanlı hinterlandına baktığımız zaman, burada çıkan dergilerin ve yayınların üzerinde batı etkisi kolaylıkla fark edilmektedir. Bu kitap, gazete, dergi, matbuat düzlemine ikinci büyük ilave oluyor: Bilgisayar. Bilgisayarın dünyada yaygınlaşmaya başlaması 1970’lerin ortasından sonra, Türkiye’de yaygınlaşmasıysa 1990’ların başında gerçekleşiyor.
Bilgisayar daha çok yüklü olan bir şeyden bizim beslendiğimiz bir sistemdi. Dolayısıyla orada mevcut olan içerikten bilgilenme söz konusuydu. Diğer toplumları sarsması ve onları kuşatması internetle bilgisayarın birlikteliğiyle söz konusu oldu. Yani ikisi bir araya gelince artık diğer toplumları daha çok ve hızlı dönüştürmeye başladı. Basit ifadesiyle ilk kitle iletişim araçları döneminde, yani kitap, gazete, dergi ve üzerine bilgisayar, diğer toplumları kendine yanaştırırken ikinci düzlemde farklı toplumları ve diğer toplumları kendi içine çekmiştir. Yani bir nevi absorbe etmiştir, bu yutmaya doğru dönüşmüştür. Neyi kastediyorum? Batılı toplumlar gibi düşünme biçimlerinin olması, batılı toplumlar gibi giyinme biçiminin olması şeklinde homojenleştirme denilen bir modernlik süreciyle şu an karşı karşıyayız. Her ne kadar modernliğin bittiği söylense de homojenleştirmek bağlamında ben modernliğin henüz bitmediğini düşünüyorum. Çünkü hâlâ homojenleşiyoruz. Giyim kuşamımızdan jest ve mimiklerimize kadar… Mesela, Netflix bile belli refleksleri olan ve bir insan imgesi ya da kadın-erkek imgesi üreten bir düzlem. O yüzden bu absorbe edici, yani ikinci düzlem daha çok yutucu ve kendilerine çekti.
İçerik üretme kısmına gelecek olursak, internet 1.0 aşamasında bilgiler yüklüyken internet 2.0 aşamasında, özellikle 2005 yılı sonrasında uygulamalar ve sosyal medya araçları insanların dijital dünyada bulunmalarını kolaylaştırdı ve hızlandırdı. Dijital ortamda var olma, bulunma durumu diğer toplumların orada içerik üretmesini doğurdu. Sağlıklı bir ayrım olmamakla birlikte, tâbir-i câizse gelişmemiş ya da gelişmekte olan toplumlar da bu sürece dahil oldu ama bu süreçte diğer toplumlar kendi özlerine dönme ve kendilerini güçlendirme, bir anlamda özgürleşme veya özünü gürleştirme imkanına mı sahip oldu, yoksa bir köleleşme ya da özünü yitirme riski mi ortaya çıktı diye sorulsa, bana göre burada özgürleşmenin olması çok mümkün değil. Çünkü öncelikle bu platformların sahiplerinin sizin neyi paylaşıp paylaşmayacağınızı belirlemesi gibi bir durum söz konusuyken ayrıca onlar sizin sildiğiniz bir şeyin hâlâ sahipleri. Haliyle orada mahremiyet ve özgünlük problemi, dolayısıyla özgürlük problemi meydana geliyor. Ben diğer toplumların bu süreçte özgünleşmesi ya da özgürleşmesi değil de bu platformların sahibi olan küresel sermaye sahiplerine -dolayısıyla daha çok batılı firmalar bunlar- diğerlerinin kendilerini ve toplumsal varlıklarını bir nevi teslim ettiğini, yani bu anlamda özgürlüklerini ve özgünlüklerini kaybettiklerini düşünüyorum.
-Hocam, burada Çin’e ayrı bir başlık açmaya gerek var mı? Çin son 20 yılın yükselen gücü olarak kabul ediliyor. Çin’in yaşadığı da batıyla tamamıyla aynı minvalde bir tecrübe mi, yoksa bir yön değişikliği emaresi var mı size göre?
-Güzel bir soru… 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında bizdeki mütefekkirler, düşünürler, Japonya’nın bir doğu toplumu olarak örnek bir uygarlaşma veya teknolojikleşme, batılılaşma örneğini ortaya koyduğunu düşünürler. Bu bir yanılgıdır. Yani Japonya özgün bir Doğulu cemiyet örneği değildir. Bir aksiyon adamı diyebildiğimiz Necip Fazıl da bu tartışmaya dahil olmuştur ve Japonya’nın Doğulu olan bir toplum olmaktan çıktığını söyler. “Artık bu toplum, doğulu bir örnek değildir.” diyor. Ben Çin’in de Asyalı veya doğulu bir örnek olduğunu düşünmüyorum. Her ne kadar bayrağında orak, çekiç imgesi bulunsa da, oradaki partinin adı Çin Komünist Partisi olsa da bütün refleksleriyle tam bir kapitalist devlete şahit oluyoruz. Yaklaşık 50 yıl geçti 1975’lerdeki yaşadığı ikinci devrimin üstünden ve Adam Smith’in, Ricardo ya da Hume’un kurguladığı şeyden çok farklı değiller. Çin’in parayla ilişkisi, cemiyete bakışı, insana bakışı, Batı’dan çok farklı değil. O yüzden Çin coğrafi olarak Asya’da bulunan bir devlet, Batı’da bulunmuyor, ama refleksleri açısından ve yaklaşımları açısından, bahsettiğim Batı’nın absorbe ettiği, bir anlamda yuttuğu devletlerden bir devlet. O yüzden Çin artık Asyalı ve doğulu bir devlet örneği ya da toplum, cemiyet örneği değil; muazzam derecede kapitalistleşmiş batılı bir düzlem ki bir sertifikasyon programı, yani insanlara sertifika vermek, dijital karne vermek, ona göre seyahat yasağı, alışverişle sınırlandırma ya da en ucu hapse atmaya kadar giden bir sertifika programı geliştiriyorlar. Bu yüzden bu yaklaşımı itibariyle Orwell’ın 1984’ündeki Big Brother düzlemi Batılıdır. Çin’in kendi refleksleri içinde bunu dijital bir sertifikasyona dönüştürüp vatandaşının üzerinde otorite olması bağlamında da monarklık içeren totaliter bir yapı biçimidir. Yani Montesquieu’nun dediği Asyalılıkla, Asya’nın totaliter yaklaşımıyla batının üretmiş olduğu teknolojik düzlemi kesiştirmiş daha farklı, bir nevi daha baskıcı bir yapı inşa etmiştir. O yüzden aslında melez yapılar kendi özgünlüğünün içerisinde gelişen yapılara göre daha tehlikeli yapılardır bana göre… Mesela, Kore’nin diktatörlüğü ya da totaliterliği mi tehlikelidir, Çin’in diktatörlüğü ya da totaliterliği mi tehlikelidir? Kuzey Kore’nin diktatörlüğü, küçük olması hasebiyle değil, refleksleri itibariyle tehlikeli değildir. Asıl tehlikeli olan Çin’in diktatörlüğü ve totaliterliğidir; Çin insanlık için de aslında bana göre büyük bir tehlikeyi barındırıyor.
-Çok teşekkürler Hocam. Tabii dijitalleşme dediğimiz zaman muhakkak hakikati de konuşmamız gerekiyor. Dijital kültürle hakikat arasındaki ilişkiyi nasıl izah edebiliriz?
-Bundan yaklaşık 45 yıl önce Baudrillard bu konuya dikkat çekmişti. Sanal olanın içerisinde hakikat arama çabasının yersiz bir çaba olduğunu ifade etmişti ki Baudrillard özellikle dijitalleşmenin bu kadar radikal bir seviyeye geldiğine şahit olmamıştı. Malum 2007’de ölüyor ve zaten son zamanları kanserle mücadele etmeyle geçiyor. Bizde uygulamaların yaygınlaşması 2005-2006’larda başlıyor, zirve dönemi 2010 yılı oluyor. Üstel bir biçimde büyümeye de devam ediyor. Buna çok önceleri Baudrillard simülasyon kavramıyla ve “Simülarklar ve Simülasyon” kitabıyla dikkat çekiyor ve sanalın içerisinde hakikatin olması, bir zan, Platonvari bir şey. Platon’un mağara istiaresinde gölgeleri gerçekmiş gibi zanneden insanın durumu bir nevi tekerrür edercesine şu an devam ediyor. Bir görüntü, kısa bir görüntüyle karşılaşıyoruz, gerçek olduğunu düşünerek aramızda paylaşıyoruz. Daha sonra onun ya kurgu olduğu çıkıyor ya da bütünden koparılmış bir parça olduğunu, dolayısıyla anlamının bozulmuş, farklılaştırılmış olduğunu anlıyoruz. O yüzden sanalın içerisinde, dijitalin içerisinde hakikat aramak çok yersiz bir çabadır. O zaman ne yapacağız? Bir nevi Platon’un -ben ona Platon’un delisi diyorum- delisi gibi bakacağız meseleye. Dönüp diyeceğiz ki, bu insanların elinden taşıdığı taştan, tahtadan şeyler kukladır, bir gerçekliği yoktur; asıl gerçeklik bunun dışındadır. Bu bakış açısına sahip olmamız lazım ki Müslüman olmam hasebiyle de, İslam’ın ve Müslümanlığın bizi bu hakikatte buluşturabileceğini düşünüyorum. Yani Müslüman’ın sanal üzerinden kendini var etme çabası bana çok doğru gelmiyor ya da şöyle bir tartışmayı açmak isterim: Mesela sinemayla tebliğ yapabileceğimiz gibi fikirler ileri sürüldü. Öncelikle Müslüman rol yapar mı ya da gerçek olmayan bir şeyi gerçekmiş gibi aktarma çabası içerisine girer mi? Dijital zeminler, evet, bizim bulunmak zorunda olduğumuz alanlardır, ama orada şahsiyet geliştirmek, oradan medeniyet kurmak, oradan Müslümanlık inşa etmek gibi bir çaba içerisine girersek, o zaman dissimüle olur. Yani dissimüle nedir? -Mış gibi yapmak. -Mış gibi yapmayı, hakiki olmakla ya da hakikate bağdaştırmak çok mümkün değildir. Biz ancak -mış gibi yaparız, o yüzden dijital ya da sanal düzlemin içerisinde hakikat arayacağım çabası, keçiboynuzundan tat çıkaracağım çabasından daha kötü bir durumdur. Yani keçiboynuzundan tat çıkarabilirsiniz kısmen; ama dijital ya da sanalın içerisinden bir hakikat çıkaracağım, orada hakikat inşa edeceğim çabası, bundan daha büyük bir ümitsizliktir. Böyle düşünüyorum ben.
-Hocam, burada araya girip şey sormak istiyorum. Bizim muhafazakâr camianın son yıllarda oldukça yaygın bir tepkisi var. Geçmişin filmler üzerinden yeniden üretilmesi. Mesela Osmanlı Devleti’nin kuruluşu, Selçuklu Devleti vs bir nevi dijitalize ediliyor, dijital kültüre aktarılıyor. Bunlarla ilgili ne düşünüyorsunuz? Çünkü kendi adıma konuşmak gerekirse bunları ilginç buluyorum. Filmlerde, tarihsel figürlerin -tuhaf bir kelime- canlandırılmasında tarihsel bilgilere yeterince uyulmadığı gibi aktörlerin temsiliyetinin kasıtları yeterince açık değil gibi. Dolayısıyla ya bu şekilde tüketirsen tüket veya da ne düşündüğün umurumuzda değil gibi bir tavır var. Hakikatle ilişkimiz açısından konuyu açmak istiyorum. Geçmiş bizim kimliğimizi belirler; geçmişin bugün yeniden bu şekilde güncellenmesi normal mi, yani hakikat fikrine uygun mu gerçekten?
-Film senaryolarının ne kadar tarihi gerçekler uyup uymadığı meselesi tarihçilerin halletmesi gereken bir meseledir. Ya da toplumda bunun karşılığı neyi üretir sorusunun cevabını da sosyologlar veya psikologların vermesi gerekir. Ben bir felsefeci olarak daha çok farklı bir yönüne değinmeye çalışacağım. Felsefeci olarak baktığım zaman bir kere var olan düzlem oldukça simülatiftir. Baudrillard, Lascaux Mağarasından bahseder. Fransa’da bir mağaradır. İçeri girmek yasaktır ve insanların görebileceği delikler vardır ve oradan o mağaraya bakarlar. Yani insan bir nevi geçmişe gittiğinin zannına kapılır. Oysa orada gezinti bile yapamaz, orada var bile olamaz. O yüzden bu tarihi filmlerin yeniden canlandırması, bir nevi bu Lascaux Mağarası denilen mağaraya dışarıdan bakan kişinin biraz acıklı durumu gibidir. Oraya gidemiyorsun, orada gezemiyorsun, orada hissedemiyorsun, orada dokunamıyorsun, ama -mış gibi yapıyorsun. O kahramanın yapıp ettikleriyle heyecanlanıyorsun, daha sonra ne kadar büyük bir devlet ya da toplum, cemiyet olduğunu falan düşünüyorsun. Bu daha çok -mış gibi oluyor. O yüzden sanal ya da dijital düzlemde tarih yapmak ve metin inşa etmek, yani söylemleştirmek, zihin dünyamızı kalıplaştırmaktadır. Mesela, bu Çağrı filminde bir örnek olarak yaşanmıştır. Vahşi’yi oynayan kişinin hayatı perişan olmuştur. İşten çıkarılmıştır, gördüğü yerde saldırıya uğramıştır, yüzüne tükürülmüştür. Orada anlatılan kurgu ve metne yönelik bakışı yaydığımız zaman, düşünme biçimlerimizi belirliyor. Yani şöyle düşünelim, bir roman var. Biz romanı metinleştiriyoruz, kalemleştiriyoruz. Daha sonra bu romanda anlatımın bir kısmını resmediyoruz, resme döküyoruz, yani bir tabloya döküyoruz. Aslında burada yaptığımız şey son derece daraltmaktır. Romanda anlatılan bir tasavvur düzlemi oldukça genişken, bu tasavvur düzleminin resim üzerinden olgulaştırılması, maddeleştirilmesi, zihni çok daraltıcı bir şey. Bana göre bu filmler bizim zihnen daralmamıza da yol açıyor. Mesela, oradaki kahramana yüklenen özellikler sınırlandırılıyor. Bazı filmlerde âdeta bir psikopat var karşımızda, psikopat tarzında bir kişilik dahi inşa edilebiliyor. O yüzden tarihin bu sanal ya da dijital platformlara, film platformlarına taşınması hakikati donduran bir şey. Hakikati buharlaştırıyor ve onu sanal düzlemin içine çekip yutuyor. O yüzden sanal olan ne varsa, sanalın içerisine girmiş ne varsa bu buharlaşmaya mukadderdir artık, kaderi buharlaşmaktır. Çağrı filminin en büyük başarısı nedir? Gerçekten ortada Hz. Peygamber yoktur.  Cismani olarak da yoktur, filmde yoktur âdeta ve filmi güçlü kılan şey budur. Somutlaştırmıyorsunuz, tavrını, eylemini, jest, mimiğini falan somutlaştırmıyorsunuz, ama filmin bir yerlerinde duruyor. O yüzden benim kanaatim, olgusal resme dahil edilmesi, meselelerin veya kişilerin hakikatin dondurulması ve hakikatin buharlaştırılması sonucunu ortaya çıkarıyor.
-Hocam, sıradaki sorum sizin de yakından ilgilendiğiniz bir konu: Metaverse. Metaverse’ün dijitalleşme açısından bir safha olduğunu söylemek mümkün müdür? Metaverse özelinde neler söylemek istersiniz?
 
-Şöyle ki biz sosyal bilimciler, fizik ve matematik alanda olan değişimlerin daha sonraki düzlemde toplumsal ve insana ilişkin bir değişim ve dönüşüme sirayet ettiğini göremiyoruz. Newton fiziği diye bir şeyi biliyoruz, ama Newton fiziğinin daha sonra bizim siyaset, ahlâk, cemiyet yapımızı nasıl etkilediğine dair yaklaşımlarımız bulunmuyor. Ya da Aristotelesçi Grek, Helen düşüncesindeki döngüsel ve sınırlı bir tarih ve toplum tasavvurunun, o dönemde dünyada olup biteni döngüsel düşünen astronomi ve matematik, fizik kavrayışıyla alakalı olduğunu da düşünmüyoruz. Ciddi bir ihmal bu.
Elektriğin icadı kentleşmeyi doğurmuştur. Daha sonra da elektriğin icadı internete imkân tanımıştır. Burada elektriksel olan internet düzleminden daha sofistik bir düzlem olan sibernetik sürece geçiş söz konusu ve sibernetik sürecin karşılığı metaverse oluyor. Yani nedir? Sanal ortamda siz var olan sanallığa şahitsiniz, ikinci düzlem metaverse sürecindeyse orada bulunma değil, âdeta orada olmaya vakıf oluyorsunuz. Yani siz âdeta orada olacaksınız ve orada yaşayacaksınız. O yüzden metaverse, dijitalleşmenin oldukça bir radikal safhasıdır.
 
 Avatarımızı inşa etmek ve aynı zamanda iddiası bakımından beş duyunun orada gerçekleşmesi söz konusudur ki şu an çözemedikleri meselenin tat olduğu ifade edilmektedir. Yani kokunun aktarılmasında dahi çözmeye yakın oldukları söylenmekte ki süreç henüz başlangıç safhasındadır. Yani sanki metaverse için oldu-bitti-gerçekleşti gibi düşünülüyor; hayır, onun ilkel dönemi 2030’da başlayacak. Kemale ermiş döneminin 2045’li yıllarda olacağı ifade ediliyor. Metaverse, bilgi ve varlık düzlemini inşa edecek ve haliyle bu ikisine bağlı olarak değer düzlemi meydana gelecek. Yani oranın kendisine ait olan bir değer dünyası olacak. Çünkü epistemolojik düzlem ya da mantıksal düzlem zaten internet 1.0’da vardı, epistemolojik düzlem söz konusuydu, ontolojik düzlem söz konusu değildi. Metaverse’deyse ontolojik bir düzlem söz konusu olacak ve bu ikisinin kesiştiği düzlemde değer dünyası kendiliğinden ortaya çıkacak.
-Çok teşekkürler hocam. Son sorumu sorarak söyleşiyi bitirmek istiyorum: Dijitalleşmenin ülkemizdeki durumu hakkında ne söyleyebilirsiniz? Fırsatlar, tehditler var mı? Üretici olmak mı gerekiyor, yoksa farklı bir dünya tasavvurunun peşinde mi gitmek daha doğru olacaktır?
-Biz modernleşme sürecinde daha çok sürecin tüketim kısmında iyiyiz, ama üretim kısmında kötüyüz. Şu basit örneği verebiliriz: Var olan bir yenilik geldiğinde o yeniliği kullanmak, o yeniliği elde etmek konusunda ciddi bir hayranlığımız söz konusu, ama bu yenilikleri daha üst bir aşamaya nasıl taşırız bağlamında bir düşünce biçimimizin yeterli ölçüde olduğunu söyleyemeyiz. Yani bugün özellikle bu dijital dünya platformlarını ve teknolojilerini üretme konusunda çok ümitvar bir durumda değiliz. Bu en azından son dönemdeki meselelerden anlaşılıyor. Facebook, Instagram, Google, Twitter, YouTube gibi… Önümüzde Filistin meselesi var ve bizi Müslümanlar olarak istedikleri biçimde sansürlüyorlar ya da ortaya koydukları algoritma istediği algıyı ön plana çıkarıyor. O yüzden şu an var olan durumda bir üretici değiliz. Genel olarak İslam dünyası olarak üretici değiliz, özelde de Türkiye olarak üretici değiliz. Bu süreç ne zaman üreticiliğe döner, tüketicilikten çıkar? Mevcut teknolojik düzlemde bilgisayar oyunları oynayarak ya da internetteki dijital, sosyal medyada içerik üreterek dijital dünya ya da dijital teknoloji üretmemiz çok mümkün değil. Bu şey gibidir, işte ben diyelim ki eski bir marangoz olarak sehpa yapılmasını istiyorum. Maymunu şuraya oturturuyorum. Bak, ben bir sehpa yapacağım, sen sürekli bakacaksın, daha sonra sana bu malzemeleri vereceğim, sen bir sehpa yapacaksın demek gibi bir şey. Yani bir nevi kolları sıvayıp sürecin içerisine aklımızla dahil olmamız gerekir. Yoksa sadece üretilen içeriğe maruz kalmanın veya sürekli bu platformda içerik üretmeye çalışmanın ötesinde, var olan dijital teknolojik düzlemin mühendislik sürecine de hâkim olmamız gerekir. Hoşuma giden bir metin vardı, lisans yıllarında okuduğum bir metin… Deli denilen birtakım kişileri topluyorsunuz ve etrafına tebeşirle bir şey çiziyorsunuz. Buranın dışına çıkmayacaksınız diyorsunuz. Onlar da oranın dışına çıkmadan işlerini görmeye çalışıyor. Şu an özellikle toplumsal bağlamda karşılaştığımız gerçeklik bu. Bir yere hapsediliyoruz ve buranın içinde iş göreceksiniz deniliyor. Oysa oranın içinde iş görmek, bu dijital teknolojileri inşa edebilmeyi ve bunlarda bir hakimiyet meydana getirmeyi doğurmuyor. Dolayısıyla yaşanılan süre içerisinde maruz kaldığımız bir süreci yaşıyoruz. Yani ürettiğimiz, inşa ettiğimiz, hâkim olduğumuz bir süreç değil, maruz kaldığımız süreç. Maruz kaldığımız süreci de güçlü olduğumuzun hezeyanıyla, zannıyla yaşıyoruz. Öyle ifade edeyim.
-Hocam, çok teşekkür ediyorum. Çok dikkat çekici bir konuyu ele almamıza vesile oldunuz, çok sağ olun. Başka vesilelerle görüşmek isteriz.
-Allah’a emanet olun, hayırlı akşamlar.

breitling chronographe etanche 50m a68062 no 1111 price omega dark side of the moon copy uk replica watches steve mcqueen watch auction tag heuer carrera calibre 16 leather strap replica watches uk omega seamaster nato strap rado first copy watches in ahmedabad swiss replica watches hello rolex reviews rado tan boots fake watches
İLİMYURDU Yayıncılık ve Eğitim Hiz. Ltd. Şti.
Adres : Molla Gurani Mah. Akkoyunlu Sk.
            No: 36 Fındıkzade Fatih / İstanbul
Tel      : 0212 533 05 35
Mail    : info@yetkindusunce.com
Tüm Hakları İlim Yurdu Yayıncılık’a aittir. Kaynak belirtilmeden hiçbir içerik kopyalanamaz. | Tasarım & Yazılım: Dizayn Sanat